Türk Musikisinde şarkı bestekârlarının en büyüğü olarak kabul edilen Ârif Bey, 1247 (1831) yılının ikinci yarısında, Eyüpsultan’da, Kurukavak Caddesi üzerindeki mütevâzı bir evde doğdu. Eyüpsultan Mahkemesi kâtibi Ebûbekir Efendi’nin oğlu idi. İlk mektep sıralarındayken sesinin güzelliğiyle dikkatleri çekti. 1840 yılında, mahalle komşusu Zekâi (sonraki yıllarda Zekâi Dede Efendi) gibi, Eyyûbî Mehmet Bey’in talebesi olup 30’dan fazla fasıl meşketti ve kendisinden feyz aldı. Mehmet Bey, bu büyük kabiliyeti Hammamizâde İsmail Dede Efendiye tanıttı. Dede, kabiliyetini fark ettiği ve çok beğendiği Ârif Bey’e ders vermeye başladı. Daha sonra Mehmet Bey, öğrencisi Ârif Bey’i Dolmabahçe Sarayı’ndaki Muzıka-yı Hümâyûn’un Türk Musikisi kısmına yazdırdı. Ârif Bey bu suretle saraya girmiş oldu.

Ârif Bey’in saraya uyum sağlaması, Eyüp Sultan gibi kutsal bir beldede yetişmesi ve burada aldığı uhrevî terbiye dolayısıyla, çok kolay olmuştu. Muzıka-yı Hümâyûn’da, büyük bestekârlarımızdan Haşim Bey’in (1815-1868) talebesi oldu ve padişah tarafından kendisine “Musâhib-i Şehriyârî” pâyesi verildi. 1844 tarihinde Mehmet Bey’in tavassutuyla Ârif Bey’, Seraskerlik kalemlerinden birinde memuriyet hayatına adım attı.

Huzurunda birkaç eser okuduğu Sultan Abdülmecid onun ne kadar güzel bir sese mâlik olduğunu anlamıştı. Bu sırada Ârif Bey 19 yaşında idi ve 1.000’in üzerinde Türk Musikisi eserini ezbere biliyordu.

Dolmabahçe Sarayı’nın Harem-i Hümâyûn kısmındaki kadınlara musiki eğitimi verilmekte idi. Burada, istidatlı câriyelere musiki öğretilir ve saz çaldırılırdı. Kızlardan oluşan incesaz heyeti ve bando vardı. Ârif Bey, Harem-i Hümâyûn’a, kabiliyetli cariyelere musiki hocalığı yapmak üzere tayin edildi. Sesinin dillere destan güzelliği gibi kendisi de pek yakışıklı olan Ârif Bey’in, bu güzel câriyeler yüzünden birçok defa başı derde girdi.

Bu câriyelerin içinde, 15 yaşlarında, Çerkes asıllı Çeşmidilber adında, fevkalâde güzel bir kız vardı. Kısa zamanda bu kız ile Ârif Bey arasında bir muâşaka başladı. Bu durum, saray muhitinde duyuldu. Ârif Bey, aynı sıralarda Kürdîlihicazkâr makamını bulmuş ve bestekâr olarak ün yapmağa başlamıştı. Bu makamdaki ilk eseri Geçti zahm-ı tîr-i hicrin tâ dil-i nâ-şâdıma mısraıyla başlayan şâheser nitelikteki şarkı idi. Bu büyük skandala son vermek isteyen Sultan Mecid, Çeşmidilber’i Ârif Bey ile evlendirdi ve Ârif Bey, ayda 60 altın maaşla saray hizmetinden çıkarıldı.

Bu evlilikten ikisi de mutlu olamadı. Ârif Bey’in sevgisine karşı Çeşmidilber ilgisiz kalıyor ve gün geçtikçe hırçınlaşıyordu. Bu sırada padişahın ihsânı olan Taşlık’taki konakta kalıyorlardı. Çeşmidilber dokuz ay sonra Cemil’i ve ardından da Nebiye’yi doğurdu. İkinci doğumdan sonra da evini terk etti ve böylece bu evlilik iki senede son bulmuş oldu. Çeşmidilber, hemen bir başkasıyla evlenmişti. Bu duruma fevkalâde üzülen Ârif Bey, Kürdîlihicazkâr makamından Niçin terkeyleyip gittin a zâlim mısraıyla başlayan ünlü şarkısını besteledi. Çeşmidilber’in bir tâcirle evlenmesini de, Düşer mi şânına ey şeh-i hûbân şarkısını bestelemek suretiyle yermişti.

Saraydaki saltanatlı günlerini iyice özlemeye başlayan Ârif Bey’in, birkaç yıl sonra Sultan Abdülmecid’e ithafen,

Bana lûtf eyler iken sen

Neden menfûrun oldum ben

şarkısını bestelemesi, affedilmesini sağladı. Padişah onu, mâbeyinci yaptı ve yine Harem-i Hümâyûn’a, cariyelerin musiki muallimi olarak tâyin etti.

Ârif Bey haremde bu defa da Zülfinigâr adlı bir Çerkes kızına âşık oldu. Mesele duyulunca, Sultan Abdülmecid, Ârif Bey ile Zülfinigâr Hanım’ın evlendirilmesini irade etti. Böylece saraydan yine ayrılan Ârif Bey, Taşlık’taki konağa yerleşti. Râbiâ adlı bir kızı doğdu. Fakat Zülfinigâr Hanım, bir buçuk sene sonra veremden vefat etti. Âşık olduğu karısını bu erken kaybedişinden adeta yıkılan Ârif Bey, perişanlığını, Segâh makamından bestelediği,

Olmaz -ilâç sîne-i sad- pâreme

Çâre bulunmaz bilirim yâreme

beytiyle başlayan şarkısında dile getirdi. Bu hadiseden kısa bir süre sonra da 1861’de, koruyucusu ve takdirkârı Sultan Abdülmecid’in vefat etmesi, Ârif Bey için gerçek bir yıkım oldu.

Sultan Abdülmecid’in vefatından sonra tahta geçen Sultan Abdülaziz, Ârif Bey’i yine Harem-i Hümâyûn’da musiki hocalığına getirdi ve bestekâra bu defa “Serhânende” pâyesi verildi. Fakat fasıl heyetinin şefi Rif’at Bey idi. Bu sırada İstanbul’a gelen İran hükümdarı Nâsıreddin Şâh Kaçar’ın huzurunda, Ârif Bey bir konser vermiş ve hükümdar, büyük bir zevkle dinlediği Ârif Bey’i çok beğenmiş, “Şîr-i Hurşîd Nişanı” ile taltif ederek onu İran’a davet etmişti.

Ârif Bey, eski huyundan vazgeçmeyerek bu defa Pertevniyal Vâlide Sultan’ın nedîmesi olarak bilinen Nigârnik Kalfa ile ilişki kurdu. Bu durum üzerine, Vâlide Sultan, Nigârnik’i Ârif Bey ile evlendirdi. Saraydan yine ayrılmak durumunda kalan Ârif Bey, Taşlık’taki konağını sattı ve Zincirlikuyu’da bir çiftlik alarak içindeki köşke yerleşti. Bu çiftlik sonradan Alman Çiftliği adı ile anılır olmuştur. Bir ara Hacca gitti ve ondan sonra ‘Hacı Ârif Bey’ diye anılmaya başladı.

Sultan Abdülaziz’den sonra tahta geçen II. Abdülhamid de kendisinden önceki iki padişah gibi Hacı Ârif Bey’i tekrar Muzıka-yı Hümâyûn’a aldı. Vefatından bir yıl önce kalbinden rahatsızlandı. Bir gün Gümüşsuyu’ndaki Muzıka- yı Hümâyûn Kışlası’ndaki odasında, Kürdîlihicazkâr makamından bestelediği ve son eseri olan,

Gurûbetti güneş dünyâ karardı

Gül-i bağ-ı emel soldu sarardı

Felek de böyle mâtemler arardı

Gül-i bağ-ı emel soldu sarardı

kıt’asından oluşan şarkısını okurken birdenbire fenalaştı. Muzıka-yı Hümâyûn’da viyolonselci olan ve ilk eşinden doğan oğlu Cemil Bey’le diğer öğrencileri odasına koştular. Büyük sanatkâr, oğlunun göğsüne yaslandı, kendini kıbleye çevirmesini istedi. Kelime-i Şahâdet getirdikten sonra 4 Ramazan 1301 (28 Haziran 1885) günü vefat etti. Henüz 54 yaşında idi. Padişah’ın iradesiyle, ertesi gün, hânedan mensuplarının gömüldüğü Beşiktaş’taki Yahyâ Efendi Dergâhı’nın hazîresinde toprağa verildi. Fakat ne yazık ki taş dikilmemiş olan mezarı sonradan tamamen kayboldu.

Hacı Ârif Bey, 1290 (1873) tarihinde, Mecmû’a-i Ârifî isimli 576 sahifelik bir güfte kitabı yayınlamıştı. Kendisinin musiki tarihimizde mümtaz bir yeri bulunmaktadır. Geleneksel meşk sisteminden yetiştiği için musikide nota kullanmayan kuşağa mensuptu. Fakat hâfızası çok kuvvetli olduğundan binlerce parça eser ezberinde idi. Büyük bir sür’atle beste yaptığı ve hatta bir gecede aynı makamdan sekiz-on şarkı bestelediği bilinmektedir. Derin bir musiki bilgisine sahip olan Sadrâzam Said Halim Paşa’nın, “Şarkı, Hacı Ârif Bey’den sonra şarkı oldu” sözü, Hacı Ârif Bey’in musikimizde açtığı çığırı özetleyen en güzel sözlerden biridir.

Eyüpsultan'a Değer Katan Markalarımız